Eskiden yalnızca korkulacak yorgunluklar tanırdım. Ne zaman, eskiden? Çocukken, üniversite çağı denilen zamanda, ilk aşk yıllarında bile, hatta tam da o zamanlar. Bir gece ayini sırasında, kalabalık, göz kamaştıracak denli aydınlatılmış ve tanıdık noel şarkılarıyla çınlayan köy kilisesinde çocuk, beraberindekilerin ortasında çuha ve mum kokularıyla sarmalanmış oturuyordu ve bir acının şiddetiyle yakalandı yorgunluğa. Nasıl bir acı? Tıpkı hastalıklara iğrenç ya da korkunç denildiği gibi, bu yorgunluk da iğrenç ve korkunç bir acıydı; çarpıtan bir acı. Hem çevreyi -kilisedekileri, çuha ve keçeden dikilip, daracık bir yere tıkıştırılmış bez bebeklere, belirsiz bir uzaklıkta parlayıp sönen tüm şatafatıyla sunağı, işkencecilerin karmakarışık ayinleri ve....... (Kitabın Girişinden)