Kitaplarıyla tüm dünyada büyük ilgi gören Lübnan asıllı Fransız yazar Amin Maalouf bundan önceki kitaplarında ailesine ilişkin kimi gerçekleri biraz da değiştirerek romana, romanlara dönüştürmüştü. Ama Yolların Başlangıcı'nda bütünüyle gerçeklere, belgelere, yazışmalara, arşiv kayıtlarına dayanan bir kitap bulacaksınız. Yazar bu kez soyağacının köklerine bir araştırmacı olarak dalıyor.
Tadımlık:
Başlangıçlar Başka biri olsaydı, köklerden söz ederdi... Benim sık kullandığım bir sözcük değil bu. Kök sözcüğünü sevmem, imgesinden daha da az hoşlanırım. Kökler toprağa gömülür, çamurun içinde kıvrılıp bükülür, karanlıklarda dal budak salar; daha doğumundan başlayarak ağacı tutsak eder ve gözünü korkutarak beslerler: Özgür kalırsan ölürsün! Ağaçlar, boyun eğmek zorundadır; kökleri onlara gereklidir; insanlara değildir oysa. Bir ışığı soluruz, gözümüz göklerdedir ve toprağın altına girdiğimizde, çürüyüp gitmek içindir bu. Doğduğumuz toprağın cansuyu, ayaklarımızdan başımıza doğru yükselmez; ayaklar yalnızca yürümeye yarar. Bizim için, yalnızca yollar önemlidir. Bize göz diken, bizi isteyen onlardır - yoksulluktan zenginliğe ya da başka bir yoksulluğa, kölelikten özgürlüğe ya da kanlı bir ölüme giderken. Bize sözler verir, bizi taşır, itekler, sonra da terkederler. Ve o zaman, tıpkı doğduğumuz gibi, kendi seçmediğimiz bir yolun kıyısında ölüp gideriz. Ağaçların tersine, yollar rastgele atılmış tohumlarla topraktan fışkırmaz. Bizim gibi onların da bir başlangıcı vardır. Aldatıcı bir başlangıçtır bu, çünkü hiçbir zaman bir yolun gerçek bir başlama noktası yoktur; birinci dönemeçten önce, orada, hemen arkasında başka bir dönemeç daha vardır ve ondan önce bir tane daha... Ele avuca sığmaz bir başlangıçtır bu; çünkü her kavşakta başka başlangıçlardan gelen, başka yollar katılmıştır. Bütün bu bileşenleri hesaba katmaya kalkarsak, yüz kere çevresini döneriz Yeryüzü'nün. Benimkiler söz konusu olduğunda, bunu yapmak da gerekiyor! Çünkü ben, Dünya boyutlarında bir çölde göçüp durmuş bir kabilenin çocuğuyum. Yaşadığımız ülkeler, kuruyunca terkettiğimiz vahalardı; evlerimiz, taş giydirilmiş çadırlardı ve uyrukluğumuz, günlere, aylara ya da gemilere göre değişirdi. Bizi kuşaklar ötesinden, denizler ötesinden, dillerin Babil Kulesi ötesinden birbirimize bağlayan tek şey, bir adın fısıltısıydı yalnızca. Yurt niyetine sadece bir soyadı mı? Evet öyle! Din yerine de eskil bir bağlılık duygusu! Kendimi hiçbir zaman dinsel bir topluluğun -ya da uzlaşması olanaksız birkaçının- üyesi gibi görmedim; hiçbir zaman bütünüyle bir ulusun parçası hissetmedim - aslında bu konuda da birden fazla bağlantım var. Buna karşılık benliğimi, uçsuz bucaksız ailemin, dünyanın dört bir yanında yaşadığı serüvenle kolayca özdeşleştiriyorum. Serüvenle ve bir de söylencelerle. Tıpkı eski Yunanlılar gibi, kimliğim bir mitologyaya yaslı duruyor. Biliyorum sahte bir mitologya bu, ama gerçeğin ta kendisini barındırıyormuş gibi saygı gösteriyorum ona. Öte yandan, benimkilerin katettiği yollar üstüne, bugüne dek birkaç paragraftan fazlasını yazmamış olmam da tuhaf! Ama sanırım bu suskunluk da, mirasımın bir parçası...