Watt, yüzyıla damgasını vurmuş birkaç yazardan biri olan Samuel Beckett´in yazdığı ikinci roman. İkinci Dünya Savaşı sırasında yazılmasına ve Beckett´in Fransız direniş hareketine aktif olarak katılmış olmasına rağmen savaşla ilgili hiçbir şey içermiyor. Peki neyle ilgili bu roman? Hiçbir şeyle. Olay örgüsü yok karakter deseniz, Watt´ı ya da Bay Knott´u ne kadar karakter sayabilirseniz o kadar var, yani hak getire; parlak cümleler, Joycevari üslup cambazlıkalrı arıyorsanız, üzgünüz: Namevcut. Simgesever okurları da önceden uyarmalı: Beckett son cümlede, yazdıklarımda simgesel anlam arayanların boynu altında kalsın demekte, aman dikkat. Ne var peki? Watt diye bir adam var, gülmeyi bile bilmiyor, sessiz sinema komikleri gibi yürüyor, acayip bir biçimde konuşuyor, garip bir anlamsal kesinlik ihtiyacı içinde, her şeye bir de kendisinin ad vermesi; en sıradan işlerin olası bütün yürütülüş biçimelrini gözden geçirip en akla uygun biçimde yeniden kurması gerekiyor zihninde.
Watt, Bay Knott diye birinin evine uşak olarak giriyor, bir süre kalıyor, sonra da ayrılıyor. Olay bundan ibaret. Arada da birbirinden grotesk birkaç kişi girip çıkıyor metne. Hepsi bu. Başka ne var; eşi benzeri olmayan müthiş bir kara mizah, insan türünün soyluluğu denen şeyin, özellikle de insan zihninin abuk sabukluğunun acımasızca teşhir edilmesi, olağanüstü yalın ve karmaşık olmayı inanılmaz biçimde birleştiren bir dile de sahip bizce.
Güldürürken can acıtan bir kitap. Zor metinler okumayı göze alanlar için vazgeçilmez...