Televizyon bir cazibe mkerkezi olarak hayatımızı baş köşesine oturdu. Yirmi dört saat yayın yapan kanallarla tam bir görüntü sarhoşluğu yaşıyoruz. Alışkanlıklarımız, konuşma biçimimizi, ilişkilerimiz teleizyona endeksli sanki. Eğlenceli, renkli bir hayat yaşamaya başladık. Resmi ideolojinin yasakları, toplum kıyısında yaşayanlar bütün gizleriyle evlerimizde artık. Kameralar pervazsızca mahremiyetimizin en ücra köşelerine giriyorlar. Şiddetin bütün türleriyle tanıştık. Realityy showlarla kan ve acının da bir satış değeri olduğunu, reklam alabileceklerini öğrendik. Kapitalizmin en temel özelliği olan rekabetin insanları nasıl vahşileştirdiğini, iğrençleştirdiğini gördük. Duygularımız, tepkilerimiz, duyarlılıklarımız törpülendi...
Tek sesli devlet televizyonunun ardından gelen bu denli çok seçenek karşısında nihayet demokratikleşriğimize inandık; uzaktan kumanda aletini özgürcekullanma hazzıyla kendi gücümüzün farkına vardık.
Peki, hayatımızı böylesine değiştiren televizyon nedir? İletişim kuramcısı Neil Postman on beş bin radyo ve televizyon kanalına sahip televizyon çılgını ABD´den hareket ederek söz ve yazı merkezli dönemlerle görüntü merkezli dönem arasındaki kültürel farklılıkları hakikat ve kamu söylemi açısından ele alıyor. Ona göre, kitabın nitelikli bir kuramsal söylem için etkin bir rol oynadığı, düşünmeyi derinleştirdiği, ciddilik, tutarlılık, süreklilik ve bütünlük gibi kavramların yaşama imkanları bulduğu Torum Çağı daha hakiki.
Gösteri Çağı ise ideolojinin yerine kozmetiğin geçtiği, hakikatin imaja yenik düştüğü, her şeyin eğlenceli bir biçimde sunularak içerisizleştirildiği, müthiş bir enformasyon bombardımanının insanları parçalara ayırarak tepkileştirdiği, hafızanın kaybolduğu, algılamanın ve muhaeme yeteneğinin azaldığı bir dönem. Hayatımız hakkında karar verilen yer olduğu için çok ciddiye alınması gereken politika artık fikre değil görüntüye dayandırılıyor; halkın zihnine kazınacak görünteleri tasarlayan imaj yöneticisinin cilaladığı şovmen politikacı tipi, partinin yerine geçiyor...
Postman bizi, duygularımızı ehlileştiren renklerin ötesine, eğlendiğimiz şeyin ne olduğunu düşünmeye çağırıyor. DÜŞÜNMEYE! O kadar! Yeter çünkü!