Bir dünya görüşünün çeşitli basamakları var. Aslolan dünyayı dönüştürmektir. gibi bir ilkeyi -ve bu dönüşümün yönünü belirleyen ilkeleri- bu basamakların en üstüne koyuyorum. Marx, sömürü ile birlikte tahakküm ve hegemonyanın ortadan kalktığı, insanların eşit ve özgür olduğu bir toplumu ve onun nasıl kurulabileceğini araştırmış bir düşünür. Dünya Marxtan bu yana çok önemli değişimler geçirdi. En üst basamaktaki toplumsal örgütlenme hedefi hâlâ geçerli; ama oraya varmanın yolu olarak ortaya atılmış yöntemin ögeleri aynı değil. Bunu yapacak tek güç proletarya, bunun tek yöntemi proletarya diktatörlüğü vb. konumları savunduğumuzda Marksizmi savunduğumuza inanıyoruz; oysa aslında Marksizmin ikincil, üçüncül basamaklarını savunuyoruz. Proletarya diktatörlüğünü uyguladığını ileri süren falan ülke böylece Marksizme bağlılığını ileri sürüyor. Ama bakıyorsunuz ki bu uygulama sonunda birinci basamakta çizilen toplum biçimine varılmamış; hatta, bizzat o uygulama oraya varmanın başlıca engeli olmuş. O halde biz neyi savunacağız? Marxın çizdiği eşitlikçi ve özgürlükçü komünist toplum biçimini mi, yoksa yaşanan tarihle malûl fiilî kurumsal yapıları mı? Hangisini savunduğumuzda Marxa daha yakınız? Bu kitapta proletaryanın tek dayanak olmadığı, ama önemli bir rol oynadığı, kol ve kafa emeğini temsil eden bir sosyalist partiyi; onun toplumdaki fiilî ağırlığıyla da desteklenen, kitlelere geleceğin toplumu hakkında aydınlık ve gerçekçi bir resim çizerek sunan, uzun vadeli mücadelesini savunuyorum. Bu diktatörlük değil, bir hegemonya sorunudur ve diktatörlük yapısına alternatif bir iç sistematiği vardır.