Biz sanatın yaşama ile ilgisini hiçbir zaman kuramadık. Romanın, trende, vapurda hoş vakit geçirmek için okunabileceğini, resmin yapı sanatının bir parçası olduğunu kestiremedik. Sanata hep havada anlamlar verdik. Sanatın, taze balık yemek, iyi süt içmek gibi bir ihtiyaçtan doğduğunu kavrayamadık. Güzel sanatlarla öteki sanatlar arasında dağ gibi ayrımlar olduğunu sandık. Halbuki konserveciliğin nasıl işçisi, fabrikası, alıcısı, satıcısı, tüccarı, müşterisi, pazarı varsa, sanatın da sanatçısı, dükkancısı, toptancısı, yarıcısı, müşterisi, pazarı var. Batıda bütün sanatlar birer endüstri haline geldi. Bu arada bir güzel sanatlar endüstrisi de kuruldu. Biz memleketimizde böyle bir düzen kurmaya özenmedik. Hala da özenemiyoruz. Özenseydik Batıdan romanı alırken beraberinde okuma yazmayı da getirmeye çalışırdık. Halk ki sanatın müşterisidir, onu eğitmekten söz açmak, bugün bile suç sayılıyor. Peki ne yapmalı? Her şeye yeniden başlamalı. Edebiyatçı olarak uyanık, bilgili, hiç olmazsa bir politikacı kadar cesaretli olmak zorundayız. Sanat eserinin sürümüne, gelişimine set çeken kanunların kalkmasını sanat derneklerimiz istemeli. İktidar hükümetlerinin Milli Eğitim politikası bizi en az bir şiir, bir roman kadar ilgilendirmeli. (1956)
-Oktay Rifat-