Almanyanın Bretten şehrinden Michael Heberer, 1583 yılında Akdenizde Osmanlılara esir düştü. Yıllarca Osmanlı kadırgalarında forsa olarak kürek çekti. Esaretinin bir bölümü İstanbulda geçti. Fidye karşılığı azatlığını kazandıktan sonra Galata ve sur içinde İstanbulun sokaklarını keşfe çıktı. Anıları 1610da Heidelbergte yayınlandı. Bu anılar 393 yıl sonra, değerli Osmanlı tarihçisi Suraiya Faroqhinin önsözüyle okurların karşısına çıkıyor. Kadırgada forsa yaşamı, deniz savaşları, Osmanlı hamamları, Müslüman ve Rum kadınların giyimleri, Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa, amirallik kadırgasının denize indirilişi, limanda cayır cayır yanan bir kadırga, kentte veba salgını, Bedestende ticaretin zenginliği, İstanbulun sokakları, 1811de yıkıldığı için hiç göremediğimiz Arkadios Sütunu, günümüzün Galatasaray Lisesinin atası sayılabilecek olan Galata Sarayı Ocağı ve nihayet padişahın ava çıkışı
İşte Hebererin anılarından bu av sahnesi: Nihayet Türk Hükümdarı şahane görünümü ve görkemiyle uzakta belirdi. En önde yeniçerilerin komutanı güzel bir ata binmiş olarak geliyordu. Atın eğer takımı altın kaplamaydı ve değerli taşlarla bezenmişti, giysisi altın ve gümüş tellerle işlenmiş çiçekli bir kumaştan yapılmıştı ve başında çok güzel, bembeyaz, kocaman bir tuğ vardı. Onun peşinden belki yüz kadar yeniçeri gelmekteydi. Daha sonra üç yüksek rütbeli bey bunları izledi. Hepsi sırma işlemeli kıyafetleri ve kavuklarıyla çok haşmetli görünüyorlardı. Bunların arkasından hükümdar gelmekteydi. Vezirin solunda ilerliyordu. Üzerinde altın iplikle dokunmuş bir giysi vardı ve olağan üstü güzel bir ata binmişti. Eğer ve koşum takımları hiçbir ölçüye sığmayacak kadar değerliydi. Kavuğun üstündeki tuğ tıpkı siyah kırlangıçların tüylerine benziyordu. Tuğun etrafı değerli taşlarla çevriliydi. Ama hükümdar tuğu aşağıya doğru döndürmüştü. Hükümdarın yanı sıra, elli adım kadar mesafede kırk uşak koşturmaktaydı. Bunların üzerinde çok gösterişli, elişi giysiler vardı, eteklerinin her iki ucunu yukarı kıvırmışlardı. Uşaklar halkın hükümdara elli altmış adımdan fazla yaklaşamamasını sağlayarak ona yol açıyorlar, bir yandan da sauli, sauli [savulun, savulun] diye bağırıyorlardı