1925 yılında çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu Cumhuriyetin dönüm noktası oldu. O yıl yollar ya demokrasiye ve özgürlüğe açılacak ya da güvenlik gerekçe gösterilerek kapalı rejime, otokrasiye, hatta diktatörlüğe dönülecekti. Ne yazık ki ikinci ihtimal gerçek oldu ve Türkiye yalnız siyasi rejimini değil, geçmişi de karartacak olan adımı attı. Cumhuriyetin ürünü olan yeni kimliğe uygun yeni bir tarihin inşası için 1930lu yılları beklemek gerekecekti. Nitekim 1931de ilk resmi tarih ders kitapları yayınlanınca görüldü ki, uzak tarihe olduğu kadar yakın tarihe de sihirli bir el değmişti.
Kendisini tehdit altında hisseden yeni rejim tarafından tarihten duyulması istenen seslere izin verilecek, istenmeyenler ise susturulacak, hatta susturulduğunu haber vermek isteyenler dahi susturulacaktı. Böylece İsmet Paşanın damadı Metin Tokerin sözleriyle Türkiye kamuoyu 1925ten sonra bir mezar sessizliğine bürünmüş oldu.
Bu, 1950deki demokratik devrime kadar böyle sürecekti. DP iktidarı, demokratik hakları ve özgürlükleri getirdiği kadar tarihe bir nefes alma imkânını da sunuyordu. Çeyrek asırdır susan dudaklar tam konuşmaya başlamıştı ki, bu defa 27 Mayıs ve müteakip askeri darbeler peş peşe geldi ve Tek Parti dönemi yeniden sorgulanamaz hale geldi. Oysa Türkiyenin temelleri bu dönemde atıldığı gibi, Türkiyenin hafızasındaki yaralanma da bu dönemde gerçekleşmişti. Asıl mesele, bu yaraların nasıl sağaltılacağıydı.
İşte 2011 Türkiyesi bu nicedir susturulmuş hafızanın dilini sökmeye uğraşıyor. Dersim katliamından İstiklal Mahkemelerinin zulümlerine, siyasi cinayetlerden iftiralara, yüzleri silinen kahramanlardan sahte zaferlere kadar bir çok tehlikeli konunun üzerine gitme görevini üstlenen Mustafa Armağan, ilk kez yayınlanan yazı ve belgelerle yakın tarihin üzerindeki külleri biraz daha aralıyor.
Öncesi ve Sonrasıyla Tek Parti Devri, geçmişten güncelliğe, güncellikten de geçmişe gidip gelen ilginç tekniği ve bol görsel malzemesiyle okurlarına bir tarih ziyafeti sunuyor.