Arka Kapak Yazısı
(...) kimsem yok, çıkmaz ağlayanım bile
keşke bir ülkem olsaydı, bir annem
olsaydı keşke, desem de nafile (...)
Şairin zorunlu gurbetinin şiirleri... dervişin sürekli gurbetinin içinde!
Tadımlık
AKŞAMIN AYNASINA DÜŞEN
IŞILTILAR BAHSİ
VERONICA
ruhundaki akarsuya değirmen taşıyan
ve akşamdan akşama yaşayan kirpikleriyle,
hayli yorgun ve sarışın bir şizofrendi veronica,
saçlarını çözdüğünün görülmesi
kadar korkardı, irlandalı olduğunun
bilinmesinden de.
ay düşerken üşüyen bir yüzü, kelimelere
sığdıramadığı şizofren bir sızı vardı derin
deniz diplerinde ruhunun, farkındaydı elbet,
korkularla beslendiğinin de, becketti
karşı kıyıda bırakıp terketmişti sorbonneu
üniversite önemli değil de demişti bir gün,
paristen uzak olmak, işte şizofreni bu!
nereden duymuşsa, bir cuma sabahı
sizin kürtleriniz gibiyim ben de bu ülkede
dedi parmağını kirpiklerinde gezdirerek,
titrek dizine vurup kırdığı bira bardaklarıyla
dolunaylar çiziyordu bileklerine bir yandan da
solgun köprü ışıklarında ayrıca ürpererek,
anne diye bağırdı birdenbire,
anne, bana eflâtun bir gelinlik getirsene!
yine beckette kilitlendiği bir gün, eflâtuna
boyadığı saçlarıyla geçiverdi karşıma,
göğsüne astığı iki pasaportu kıvançla göstererek
biri belfastta güpegündüz vurulan kız kardeşine ait
ve geri çekerek gözbebeklerini, malone ölüyor! dedi
malone ölüyor, benim hemen gitmem gerek!
gidiş o gidiş. mermer kanatlı iki melek
süslüyor şimdi mezartaşını veronicanın,
kimi zaman yolumu kıyısına düşürerek
iki karanfil ve bir fatiha bırakıyorum
kirpiklerine, sebepli sebepsiz bir hayli
ürpererek.
ama söz sana veronica, eflâtun bir tebeşir
bulur bulmaz bu ülkede, iki gelincik
tarlası armağan edeceğim
başucundaki mermer meleklerin
ıssız yüreklerine:
veronica, öldün, biliyorum,
acele etmem gerek benim de!
LOAN
hayır, korku değildi onunkisi, yüreğini
sakınıyordu sinemadan, ülkesiyle filmlerde
karşılaşan kaç insan çıkar ki aranızdan.
aynayla gömlek arasında duran kurutma kâğıdı
gibi bir vatandan, kızılhaçta çalışan yaşlı bir
alman doktorun kucağında berline uçtu loan,
uçaktan indirildiğinde bile kız kardeşinin
el bombasıyla parçalanmış beyni sarkıyordu
saçlarından, sedef bir tarakla güç belâ temizlendi
üç günde, ürperiyor hâlâ loan,
fildişi bir tarak gördüğünde.
bir gün iyice uzattığı saçlarını ördüğünde,
ya ondördünde olmalı loan ya onbeşinde
menekşe kokulu arkadaşı andreyle geliverdi
eve, saklambaç, seksek derken andre tuhaf
bir soru bıraktı orta yere: ama neden
çekik gözlü değil
senin ailen?
çekik gözlerini süsleyen kirpiklerinden
kıvılcımlar dökerek öğrendi loan,
vietnam adlı bir dünyadan ödünç alındığını,
kalın kaşlarını jiletle doğradı
sonra, farkedince, vietnam denilen
bir ülkeden
öç alındığını.
sinema, vietnam demekti loan için
anlaşılır bir şeydi bütün oliver stone
filmlerinde kapıdan dönmesi, kaşlarının
yokluğuna rağmen!
DOMINIQUE
güya harita bilgisi derindir bende,
kar aydınlığı düşlerine eşlik eden gülüşleriyle
ivory coastdanım dediği zaman dominique,
ayıptır söylemesi, utandım cahilliğimden de.
madagaskar, kamerun, somali, kenya
bölüne bölüne azalan ülke yalnızlıklarında
atlasım da yok şimdi derken anlattı dominique:
bizde ülke dediğin biraz film gibidir, sahneden
sahneye değişir sınırları, bir gün albay tajero
yürür güneye, ertesi gün gerillalar, böyle bir ülkeye
ülke der misin sen?
yine de seviyordu ülkesini, dile ne kadar kolay
birkaç yılını da pariste geçirmiş, efendinin ülkesi
diyordu biraz utanarak, fransızcası ana dilinden
iyiydi üstelik, bilmem neden, sömürge sahillerine
sürüklenmeden, sömürgeleşen bir ülke geldi aklıma
birden, dominique dedim, utanma kendinden
kim ne kadar kıblesine sahip
çıkabiliyor ki zaten?
inci dişleriyle zenci düşlerini birleştirip
gülümsedi kendiliğinden:
bilmez miyim sanıyorsun sen
ben bile kaçamadım tarihimden?
ROBERTA
akasyaların ağıt diyârından,
titrek bir merhaba gibiydi
bir kırlangıcın kanadına binip de düşmüştü
sanki londra sokaklarına kendi içine
hiç eğilmemiş bir italyan öfkesinden değil,
yenilgisinden şikâyetçiydi.
verona adında bir bulut ülkesi
paveseyi aradım bir süre
beyhûde bir çabayla gözbebeklerinde
oysa, ne kadar çok benziyordu cihângir
cinâyetler cumhuriyeti çocuklarına,
kirpikleri hem anayurdu, hem hücresiydi.
iki ıslak merhabayla kuşandığı
sarnıçlardan, iki ıslık gibi sıyrıldığı
geçmedi gerçi umbertonun kayıtlarına
ama, dantenin cehenneminde kısık sesli
bir bohemya olmaya da gönül indirmemişti,
hakikate teğet tarlalarında aşkın
yankısını kuşanan bir karanfil sesiydi.
futboldan anlamazdı gerçi
ama iyi bir tarihçi olabileceği
kirpiklerinden belliydi!
ISABELLA
türkçe ne kadar anlaşabildiysem
kadifesi kepaze ülkem halkıyla,
onunla da işte ancak o kadar
anlaştık!
hatırlıyorum elbet sınıfa geldiği ilk günü
ipek aldanışlarda bir fransız, tuhaf
bir kır gülü, fransız mısın?
diyecek yerde, fransa mısın sen? dediğim
için, kısa sürede kaynaştık!
ingilizceye iliştirilmiş zarif bir bulut gibidir,
fransızca yazıp ingilizceye tercüme ettiği
kartları gelir hâlâ ara sıra reimsden
bütün zarflarda yanlıştır adım
ve hepsine aynı cümleyle başlar:
yağmurları çok seven biri olduğunu
hiç unutmadım.
bunlar neyse ne de,
bir gün olağanüstü bir yağmur yağarken
londra sokaklarına, kurtarmak için durumu
şemsiyesinin altına davet etti beni,
hayır dedim öfkeyle, bir şemsiyenin altına
girecek olsaydım ben, özler miydim
sanıyorsun bu kadar anayurdumu?
CARMEN
yarısı kırmızı kaşlarının, yarısı beyaz
saman sarısı da yabancısı değildir,
endülüsün en yanlış bâkiresi,
tepeden tırnağa işve,
tepeden tırnağa naz.
gülüşü kandildi, bahçesi mayın
arada iri karanfiller iç savaş yıllarından
sonra topukları titrek bir yaz, sarayın
serin avlularında öğrenilen ilk dans
ilk dokuz yaşında çıkmış sahneye
kulaklarında küpe yerine
dudaklarında gezdirilmiş
kan gibi dört kiraz.
bir müzik sesi duymayagörsün
sınıfta bile yerinde duramaz
topukları deprem yaratırken
tahta döşemede, göğüsleri
sanki iki ağır elmas, santim kıpırdamaz
kimi zaman da tam tersi
kelimeler tanımlayamaz.
carmen dedim bir gün carmen,
n