İnsan, varoluştan itibaren öteki insanlara maruzdur, muhtaçtır. Aşık olarak bir başkasıyla ilişkiye geçeriz. İnançlarımız, umutlarımız yönünde birlikteliklere, gruplara dahil olur, gelecek toplum tasarımları için ortaklıklar kurarız. Ben ile ötekinin ilişkiye, iletişime girdiği tüm bu zeminler hangi asli duyguların, hangi yoklukların varlığı üzerinde yükselir? Bütün bu zeminleri hayal kırıklığına, hayal kırıklığından da öte felaket imkanına açık kılan, bizi bu imkan üzerinde var eden, bu imkana maruz bırakan şey nedir?
Maurice Blanchot, Edilemeyen Cemaat´ te yirminci yüzyılda varoluşumıuzu anlamlandırmış ve anlamlandırmaya devam ´´ cemaat´´ deneyimleri ışığında, birlikteliklerimizin özüne doğru lanetli ve çaresiz bir yolculuğa çıkmaktadır.
Varlık, kendi yetersizliğinin bilinciyle, kendini tamamlamak için değil, kendini tartışma konusu etmek için ötekine yönelir, ötekine, cemaate çağrı yapar, kendi dışına atılır, açılır, yetersizliğe son verecek şeyi değil, doldurdukça derinleşen eksiklikteki aşırılığı arar.
Ortaklık imkanının son bulduğu ilk ve son olay (doğum ve ölüm) ortak olmasaydı cemaat olmazdı.
Cemaat kendi ´´üyelerine´´ onların ölümlü hakikatlerinin sunulmasıdır. Kurbanm etme / olma ve bırak (IL) madır cemaat. Öldürerek ve ölerek değil, kendini bırakarak ve bağışlayarak kurban etmedir cemaat. Kendini bırakma ve bağış, sessizdir. Karşılığında asla statü ya da iktidar elde edilmez. Bağış yapan varlığı da bırakacak şekilde sessizlik ve sössüzlük içindedir cemaat. Bağış yaptığını bilmeden bağışlarsın, bırak(IL) dığını bilmeden bırak(IL) ırsın cemaate ait olduğunu bilmeden ait olursun.
Komünizim ütopyasından Georges Bataille´ ın cemaat teşebbüslerine, ´68 Mayıs´ ından Marguerite Duras´ ın Ölüm Hastalığı´ na uzanan bir harita üzerinde varoluşumuzun gizli kavramlarına yönelir Blanchot ve bizi ´´her zaman tehdit altındaki, her zaman umut edilen yeni ilişkilerden sorumlu kılar.´´