Denis Johnson İsa`nın Oğlu`nda adeta halüsinasyon gibi, benzersiz bir Amerikan portresiyle çıkıyor karşımıza... Ve Chuck Palahniuk`un deyişiyle, kurmaca bir yapıtta bugüne dek tasvir edilen en dürüst ve en gaddar sahneleri içeren bu portrede, marazi ilişkiler, anlamsız bir şiddet ve uyuşmuş beyinlerin şiddet karşısındaki duyarsızlığı ön plana çıkıyor. Birbirine bağlanan bu hikayelerin bir tarfik kazasından ve aşırı dozda eroinden sonra sağ kalan, dokuz canlı isimsiz anlatıcısı kutsanmış mıdır yoksa? Düzenbazdır, yalan söyler, hırsızlık yapar belki ama etrafında olup biten her şeyin içyüzünü olağanüstü bir kesinlikle ve benzersiz bir yalınlıkla dile getirme yeteneğine sahiptir.
Johnson uyuşturucu ve alkol bağımlılığının patolojisini, vurdumduymazlığa varan, zaman zaman içimizi ezen, zaman zama da kanımızı donduran bir soğukkanlılık ve gerçekçilikle anlatıyor. Onun karakterleri ufak tefek suçlarla, derin bir usançla, rahatsız edici, çılgınca bir mizah anlayışıyla örülü, amaçsız dünyalarında, yoğun bir alkol ve uyuşturucu pusunun içinde yollarını bulmaya çalışıyorlar. Düşlerin gerçek taklidi yaptığı; halüsinasyonun nerede başladığının, gerçeğin nerede bittiğinin kolay kolay kestirilemediği bir dünya bu. Yine de ilk bakışta duyarlıktan ve heyecandan yoksun gibi görünen bu hikayelerde umut ışığı hiç de eksik değil.
Johnson`ın daha önce yayımladığımız Melekler adlı romanında da sergilediği sıradan olanı olağanüstü kılma becerisi bu anlatıda bir şairin sesine bürünüyor. Romandan hikayeye, şiirden oyuna farklı türlerde kalem oynatan yazar, bu yapıtında düzyazıdaki şiire alabildiğine yaklaşıyor. Her şeyi iyice damıtarak, öze indirgeyerek...