Önceleri katı bir züht ve ahlak ahlak hayatı olarak ortaya çıkan tasavvuf, zamanla islam ilimlerine karşı bazen bir tepki, bazen onlara eklemlenen veya onlara yeni boyutlar ekleyen bir ahlak hareketi şeklinde kendini ifade etmiştir. Birkaç asır sonra ise kendi terminolojisni ve dilini geliştirmiş, züht ve ahlak hayatını esas almakla birlikte teorik düzeyde çeşitli konular hakkında hakkında görüşler ortaya koymuş, böylece süfiilerin tecrübeleri ekseninde bir dil ve yöntem anlayışı gelişmiştir. Bu nedenle Süfiler başından beri farklı bir yönteme dolayısıyle farklı bir bilgiye sahip olduklarını iddia etmiştir. İbnül Arabi önceki süfiilerden farklı olarak, kendisine ulaşan tasavufi birikimi, felsefe ve kelam gibi teorik ilimlerin katkısıyla, teorik bir düzleme çıkartmış, genellikle süfinin hal ve tecrübesiyle ilgili ve sınırlı görülen tasavvuf konularını kişisel deneyiminin dışına taşımış, bu deneyimi yaşamayanların bir şekilde katılabildiği yeni bir tasavvuf anlayışı geliştirmiştir. Bu anlayışın temelinde varlığın birliği öğretisi yatmaktadır ve bu öğreti, Tanrı-alem-insan ilişkilerini belki de başka hiçbir düşünürün boy ölçüşemeyeceği zenginlik ve çeşitlilikte yorumlama imkanı sağlamıştır.