Kentler haksızlık yapmaya başlarsa insana, çareniz sınırlıdır.
Gölge gibi yaşamak, duvar diplerinden yürümek ve kapanmak! Eve kapanmak! İçe kapanmak! Çare buymuş gibi görünür.
Onca yıldır rutubetli odalarda, kirli ve ıslak yataklarda hiç tanımadığı, belki bir daha hiç görmeyeceği, kalın-azgın-alevli ve terli erkek vücutlarının hoyratça devinimlerinden, ufacık bir elektrik sobasıyla ısıtılmaya çalışılan loş odaların duvarlarına sinmiş buharı üstünde alkol kokularından, bir türlü akmayan musluklardan, küçük tüp üstünde, iri bir tencerede kaynatılmaya çalışılan banyo sularından, antika bir komodinin üzerindeki kırık aynalardan, erkek sıvısı bulaşmış peçetelerden, simsiyah sesle kaba saba pezevenklerden, bedenlerine kırk bin el değmiş, ruhları dağlanmış tükenmiş fahişelerden, yorgun ve eskitilmiş gecelerden ne kadar kaçabildi acaba bu kadın?
Şehirlerden çekinen uzaklardaki evinde, günün herhangi bir vaktinde ömrü ne kadar peşine düştü, ne kadar sızladı içi, ne kadar kin biledi hayata, nelere alıştı, nasıl onarabildi bedenini? Şefkat, dostluk, aşk, sevgi, yalnızlık, paylaşma neydi? İnsan, bizzat insan neydi artık?
Ve kentler haksızlık yapmıştı insanlara...
(Arka Kapak)