İngiliz edebiyatının önde gelen yazarları arasında Julian Barnes´a ayrıcalıklı bir ün kazandırmış olan Flaubert´in Papağanı, hiç kuşku yok ki, Yaşam-Sanat diyaletiği üzerine günümüze değin kaleme alınmış en özgün ve çarpıcı yapıtlardan biri. Romanın özgünlüğü, öncelikl, derinlikli bir insan kaynayışını son derece yenilikçi bir estetik kurgu içinde ortaya koyabilmiş olmasında yatıyor. Julian Barnes, bir deneme-roman olarak da nitelendirilebilecek o gizemli şeyin binbir türlü ayrıntısından, Sanat´ın karşı koyulmaz çekiminden ve sınırlarından, Gerçek´in kendini saklayan yüzlerinden ve daha nice şeyden söz ediyor.
Romanın ana öyküsünü; dünya görüşü, sanatı, aşkları, yolculukları ve zengin bir çeşitlilik gösteren ilginç yaşantısıyla XIX. yüzyılın ünlü Fransız romancısı Gustave Flaubert´in başından geçenler oluşturuyor. Bunun yanı sıra romanda, bu öyküyle koşut olarak anlatılan ve gizi ancak satır aralarında verilen bir başka öykü daha var: Roman kahramanı Geoffrey Braitwaite´in, artık hayatta yüzyıllara ait bu iki öykü, anlatı boyunca inceden inceye birbirlerine sürekli eklemleniyor ve roman kahramanı Braitwaite´in kişisel yaşamı ile edebiyat tarihine Gerçekliğin babası adıyla geçmiş olan Gustave Flaubert´in yaşamı arasında yüzyıllar ötesinde anlamlı bir köprü kuruyor.
Flaubert uzmanı, emekli doktor Geoffrey Braitwaite, her ikisi de yazara ait olduğu ileri sürülen iki papağanın ardına düşüyor. Acaba bunlardan hangisi sahte, hangisi gerçek papağan? Peki ya sonuç?
Sonuç, belki de, Gerçekin , dedektif romanlarında foyası ortaya çıkarılan katil gibi bir şeyi olmadığı... Ya da, herkesin ancak kendi okumalarıyla bu gize bir yanıt bulabilecek olması...