Dikdörtgen biçiminde, camdan, kenarlarından paslı bir teneke çemberin geçtiği bir fotoğraf arabı. O kocaman, tahta, körüklü makinelerden başka fotoğraf makinelerinin olmadığı, resimlerin her gerçekdışı görüntülerle, gölgelerle çabuk sararan parlak kağıtlara basıldığı günlerden kalma bir şey. Artık kullanılmayan, sıvıları gitgide daha çok dökülen, her kış damı akan odadaki dolabı dolduran yıkık döküğün arasında bulmuştum. (O dibi taş döşeli, bir zamanlar yıkanmak için kullanılan dolabın öyküsü de başkadır.) Önce öteki kırık dökükle birlikte onu da atacaktım çünkü o dolabın içinde aradığım eski, cam bir fotoğraf arabı değildi. Farelerin ince, sivri, parlak dişlerinden nasılsa kurtulabilmiş, kıyıda köşede kalıp da mürekkeplerinin morarıp soluklaştığı, kağıdın, zarfında en azından kahverengi benekler olan eski mektuplar arıyordum. Orada isteğimden fazla mektup bulabileceğimi çok iyi biliyordum. Dedelerimin hep Kalem de çalıştıklarını, mektup yazmayı da çook sevdiklerini yani iki dedemi kendinden önce gömmüş olan büyükannemden duymuştum.