En büyük Fransız romantiklerinden Gérard de Nervalin, Mısırdan Lübnana ve Türkiyeye uzanan yolculuğunu anlatan ve Batılı seyahat düşüncesinde bir kilometre taşı olarak kabul edilen kitabı Doğuda Seyahat tam metin olarak yayımlandı. Nerval, okura Binbir Gece Masalları tadında bir tanıklık sunuyor.
Tadımlık
III. KONAK
Saat üçe doğru at sırtında yola koyulduk ve dibinde küçük bir ırmağın aktığı vadiye indik. Denize yönelen ırmağı izleyip daha sonra kayaların ve çamların arasına çıkarak, yer yer buğday ve arpa ekilmiş dut ağaçları, zeytinler ve pamuk fidanlarıyla kaplı bereketli vadilerden geçerek sonunda Nahr-el-Kelbin, yeni Köpek nehrinin (eski Lycus) kıyısına ulaştık. Bu nehir, kırmızımtırak kayaların ve defne çalılıklarının arasına yayıyor ender bulunan sularını; yaz mevsiminde ancak bir ırmak halinde akıyor ve Antakyaya kadar bu kıyıyı paralel olarak izleyen ve Suriye denizine ulaşan bütün akarsular gibi Lübnan dağlarının karlı doruklarından besleniyor. Antura manastırının yüksek taraçaları solumuzda yükseliyordu ve binalar, aramızda derin vadiler olduğu halde, çok yakındaymış gibi görünüyordu. Öteki Grek, Maruni ya da Avrupalı Lazaristlere ait manastırlar, birçok köyün üzerinde yer alıyordu; bütün bunların Apennin dağlarına ya da aşağı Alplere benzediği söylenebilirdi ve Şam çölü ile Baalbekin199 tozlu yıkıntılarından birkaç kilometre uzaktaki bir Müslüman ülkesinde bulunduğunu düşünen insan üzerinde büyük bir karşıtlık izlenimi doğurduğu da bir gerçekti. Lübnanı, çalışkan, özgür ve özellikle zeki bir küçük Avrupa yapan şeyin, Asya halklarını gevşeten yakıcı sıcakların burada hissedilmemesi olduğu söylenebilir. Buradaki şeyhlerin ve hali vakti yerinde kimselerin mevsimlere göre oturdukları evler var ve dağlar arasında kademeleşmiş vadilerde daha yüksek ya da alçak yerlerde bulunan bu evler, onların ebedi bir ilkbahar içinde yaşamalarını olanaklı kılıyor. Gün batarken ulaştığımız yüksek ama ormanla kaplı iki tepe dizisiyle korunan bölgenin ısısı çok hoşuma gitmişti. Musanın bana açıkladığına göre, prense ait yerler buradan başlıyordu. Demek ki yolculuğumuzun sonuna gelmiştik, ama ancak alacakaranlık bastırınca ve atlarımızı yönetmenin çok zor olduğu bir akçaağaçlar koruluğunu geçtikten sonra, çevresinde dik bir yolun bulunduğu küçük bir tepe üzerindeki binalar topluluğunu fark edebildik. Tam bir gotik şato görünümü vardı önümüzde, dar ve sivri kubbelerin aydınlık pencereleri dikkati çekiyordu ve dört köşe bir kule ile yüksek duvarların dışındaki biricik dış dekorasyon da buydu. Ama bizi alçak kemerli bir kapıdan içeri aldıklarında, sütunlarla desteklenmiş galerilerle çevrili bir geniş avluda bulduk kendimizi. Çok sayıda uşak ve zenci, atların çevresinde toplanmıştı ve beni, geniş ve sedirlerle döşenmiş alçak tavanlı bir salona, serdara200 aldılar ve hepimiz, yemeği beklerken yerlerimize oturduk orada. Prens, yanındakilere ve bana serinletici içecekler getirttikten sonra, beni ailesine tanıştırmak için vaktin çok geç olmasından ötürü özür diledi ve Türklerde olduğu gibi, Hıristiyanlarda da evin sadece kadınlara ayrılmış olan bölümüne girdi. Yemek getirildiği zaman, bizimle birlikte, sadece bir bardak altın şarap içmişti. Ertesi gün, atlara bakmakla meşgul olan seyislerin ve zenci kölelerin gürültüsüyle uyandım. Erzak getiren dağlılar ve her şeye iyi yüreklilikle bakarak gülümseyen siyah kapüşonlu ve mavi giysili Maruni keşişleri de vardı orada. Prens, biraz sonra aşağıya indi ve şatonun duvarlarıyla iki yandan çevrili taraçalı bir bahçeye götürdü beni; Nahr-el-Kelbin, dik yamaçlar arasından aktığı vadi görülüyordu buradan. Bu küçük alanda, muz ağaçları, cüce hurma ağaçları, limon ağaçları ve ovanın öteki ağaçları yetiştiriliyordu ve bunlar, bulunduğumuz yüksek yaylada, nadir bulunan ve lüks sayılabilecek şeylerdi. Kısa bir süre kafesli pencereleri büyük olasılıkla bu Cennet gibi yere bakan şatoda yaşayan kadınları düşündüm, ama bu söz konusu değildi. Prens, ailesinden, büyük babasının Avrupada yaptığı seyahatlerden ve orada saygınlıkla karşılanmasından uzun uzun söz etti. Lübnanın birçok şeyhi ve emiri gibi, güzel İtalyanca konuşuyordu ve günün birinde, bir gün Avrupaya bir seyahat yapmaya istekli gibi görünüyordu. Yemek saatinde, yani öğlene doğru, avluya açık yüksek bir galeriye çıkardılar beni; dip tarafı, yüksek zemin üzerinde sedirlerle döşenmiş bir tür yataklık gibiydi; iyice süslenmiş iki kadın, Türk usulü bağdaş kurarak bir sedir üzerinde oturmuştu; yanlarındaki küçük kız çocuğu, içeri girdiğimde, âdet olduğu üzre elimi öpmek için yanıma geldi. Ama âdetlere aykırı olduğu aklıma gelmeseydi, ben de, bu iki hanıma aynı şekilde saygımı göstermek isterdim doğrusu. Ne var ki, selam vermekle yetindim ve üzerinde yiyecekler dolu bir tepsi bulunan oymalı masada prensin yanında yerimi aldım. Tam oturacağım sırada, küçük kız, iki ucu gümüş işlemeli uzun bir ipek peşkir getirmişti. Hanımlar, yemek boyunca, bulundukları yüksek yerde idoller gibi durmaya devam ettiler. Biz de ancak, masa toplanınca onların karşısına geçip oturduk ve hanımların en yaşlısı emir verdiği zaman da nargileler getirildi. Bu hanımlar, göğüslerini sıkıca saran yeleklerinin ve uzun plili çakşırlarının üzerine, çizgili ipekten uzun entariler giymişlerdi; mücevherle süslü kalın bir kemer, elmas ve yakut takıları, Suriyede, daha alt sınıflardan kadınlarda bile görülen genel lüks düşkünlüğüne tanıklık ediyordu; ev sahibesinin alnının üstünde sallandırdığı ve kendisine bir kuğunun hareketlerini kazandıran boynuz biçimdeki süs eşyası, koyu mavi kakmalarla süslü yaldızlı gümüştendi; fındık altınlarıyla örülmüş saç örgüleri omuzlarının üzerinde Yakındoğunun genel modası uyarınca parıldıyordu. Bu hanımların sedir üzerine kıvrılmış ayaklarında, çorap diye bir şey yoktu ve bu ülkelerde yaygın olan bu özellik, bizim kafamızın pek almadığı bir baştan çıkarıcılık katıyordu güzelliklerine. Pek fazla yürümeyen, günde birkaç kez kokulu sularla yıkanan ve ayakkabıları parmaklarını sıkıştırmayan bu kadınların, ayaklarını elleri kadar çekici hale getirmeleri kolayca anlaşılabilir. Tırnakları kızıla boyayan kınalar, bilezikler gibi görkemli halhallar, bizde,