1970'li yıllardan beri ürün veren, felsefeci Taylan Altuğ, yeni kitabı Dile Gelen Felsefe'de felsefenin dile gelme koşullarını araştırmak için farklı yaklaşımların temsilcileri olmuş felsefecilerin dille ilgili sorunlarını açımlayan bir çalışmayla karşımızda bu kez. Locke (İdeler ve Sözcükler), Humboldt (Dil ve Tin), Heidegger (Dilin Özü: Varlığın Dili), Wittgenstein (Dil Oyunları), Saussure (Bir Değerler Dizgesi Olarak Dil) ve Derrida (Postmodern Dil Durumu) evreninde Türkçe bir gezi... Felsefe, ulusal bilinçte aşılması gereken bir mesafe, bir yabancılaşma olarak mı duruyor hâlâ bizim için? Felsefe Türk dilinde söylenmemiş olanı söylemeye mi çalışıyor son kertede? Fakat söylenmemiş olanı söylemek için, dilde önceden söylenmiş olanı işitmek gerek. Ne yapmalı o halde? Dili işitmeli, dili dinlemeli. Felsefenin dile gelmesinin özgül anlamı bu olabilir mi? sorularına bir yanıt arama serüveni.
Tadımlık
Sözcük, duyuların önünde duran nesneyi temsil etmez, fakat tin tarafından dil üretimi süreci içerisinde, nesneden bağımsız olarak meydana getirilmiş olan kavramları temsil eder. Dilin bakış biçimine bağlı olarak, kavram, şeyi yansız veya bütünsel bir tarzda ele geçiremez; ancak kavram biçimlendirildiğinde şey için 'özsel' olarak görünen bir özelliği vurgular. Demek ki, sözcük şeyi, şeye ilişkin tikel bir görüşü şeyin kavramı içzinde belirtmek suretiyle belirtir. Humboldt'un işaret ettiği gibi, nesne, zihindeki görünüşü daima dil tarafından bireysel kılınmış bir izlenime eşlik ettiği için ve bu, düzenli biçimde sürekli tekrarlandığı için, kendinde, bu suretle değiştirilmiş bir tarzda tasarımlanır. Dolayısıyla pek çok dilin eşanlamlı sözcüklerinde, aynı nesnenin çeşitli tasarımları ortaya çıkar ve sözcüğün bu özelliği şu olguya götürür: Her dil, kendine özgü bir dünya görüşü verir.