Ülkemizde Moby Dick adlı romanıyla tanınan Herman Melville (1819-1891), yazmaya çok genç yaşta başlamış ama geçimini sağlamak için çeşitli işlerde çalışmak zorunda kalmıştı. 1841'de New York'tan Liverpool'a giden St. Lawrence adlı ticaret gemisine kamarot olarak girmesi, tüm yaşamını ve edebiyatını etkileyecek bir dönüm noktası oldu. Romanlarının içeriğini oluşturan mücadele kavramını denizlerde yaşadığı deneyimlere dayanarak zenginleştirmiş, bugün hemen hemen hepsi de klasikler arasında yer alan kitaplarını yaratmasında etkili olmuştur. Billy Budd, Melville'in ölümünden otuz üç yıl sonra, 1924'te Londra'da basıldığında okuyucusuyla geç buluşabilmiş, şanssız bir kitaptır. Değeri geç anlaşılmış, fakkına varıldıktan sonra ise birçok dile çevrilmiş, sinemaya ve tiyatroya uyarlanmış, sayısız baskıları yapılmıştır. Herman Melville'in üç yılda tamamladığı romanın kahramanı Billy Budd, haksız bir suçlama yüzünden, kaza sonucu gemideki güvenlik görevlisini öldüren ve çıkan isyanda idam edilen genç bir gemicidir. Güçlü, kuvvetli beden yapısıyla, yakışıklılığıyla, saflık derecesinde temiz yüreğiyle romanda doğallığın simgesi olarak çizilmiştir. Belli bir tarihte geçmesine rağmen dinsel ve mitolojik öğelerle desteklenen Billy Budd'ın trajik öyküsü yakın zaman destanı olarak da okunabilir. Billy Budd'ın kitapseverlere çok katmanlı bir roman okuma keyfi yaşatacağından eminiz.
Tadımlık
Buharlı gemilerin ortaya çıkışından önceki devirde, daha doğrusu o zamanlar şimdikine oranla daha sık olarak, işlek limanlardan herhangi birinin rıhtımlarında gezinen bir kimsenin dikkati arasıra, kıyıda serbest giyimleri içinde izinlerini geçiren savaş veya ticaret gemileri tayfasından güneşten tunca dönmüş bir küme gemici üzerine çevrilirdi. Bu gemiciler kimi zaman, onlarla birlikte EldeberanÕın5 kendi takımyıldızının daha cılız ışıklarıyle dolaştığı gibi dolaşan, kendi türlerinden üstün görünüşlü birini çepeçevre sararlar, ya da muhafız bölüğü gibi onun iki yanını alırlardı. Bu üstün yapılı biri, hem ticaret filolarının hem de savaş donanmalarının daha parıltılı, daha şiirli zamanlarının ÒLevent oğlanÓ denen gözbebeğiydi. Levent oğlan, en ufak bir kendini beğenmişlik, bir efelenme izi göstermeksizin, daha çok doğadan gelme bir seçkinliğin, bir üstünlüğün verdiği ağırbaşlı kayıtsızlıkla, gemi arkadaşlarının yer yer etek öpmeğe varan gönülden övgü ve saygı sunuşlarını kabullenirdi. Şimdi aklıma bunun oldukça belirgin örneklerinden biri geliyor. Bundan yarım yüzyıl kadar önce, LiverpoolÕdaki Prens RıhtımıÕnın kocaman, pis temel duvarının gölgesinde --bu hantal engel şimdi çoktan oradan kaldırılmış bulunuyor-- bir gemici erine gözüm takılmıştı. Derisi öyle karaydı ki, mutlaka HamÕın6 el karışmamış, saf soyundan gelme yerli bir Afrikalı olmalıydı. Normal insan boyunu epey aşan iri yarı, uzun bir bedeni, gayet dengeli, uyumlu bir görünüşü vardı. Boynuna gevşekçe iliştirilmiş parıl parıl renkli ipek mendilin iki ucu, abanoz kadar koyu çıplak göğsünün üzerinde uçuşup durmaktaydı. Kulaklarında iri altın halkalar, biçimli başının tepesinde dağlı İskoçların giydiği türden tartan kuşaklı7 bir takke göze çarpıyordu. Temmuzda sıcak bir öğle vaktiydi; terden parıldayan yüzünde barbarca bir keyif ışıldıyordu. Bembeyaz dişlerini göstererek sağına soluna neşe dolu nükteler saçıp şakalaşıyor, kendi gemi arkadaşlarından bir kümenin odak noktası olarak delişmen tavırlarla salına salına ilerliyordu. Çevresindeki adamlar öyle değişik renk ve soylardan gelme, karma bir kalabalık oluşturuyorlardı ki, bunları Anacharsis Cloots8 Birinci Fransız Meclisi önüne pekâlâ insan soyunun gerçek temsilcileri diye çıkarabilirdi. Bu adam kılığındaki kapkara mâbuda yoldan gelip geçenlerin yönelttikleri her içten gelme hayranlık ve şaşkınlık sungusu karşısında rengârenk avene topluluğu --bu hayranlık ve şaşkınlık daha çok durup bakakalma şeklinde oluyor, ancak seyrek olarak ünlemeğe varıyordu-- Asurlu din adamlarının, taştan oyma koca Boğa-Tanrı önünde imanlı yığınlar secdeye kapandığında, o kutsal Boğazdan duydukları gururu duyuyordu...